My antecedents are from Trabzon. (Atalarım Trabzonludur.)
antedate: eski tarih koymak, gerçek gününden önceki tarih atmak
We mustn't antedate these reports. (Bu raporlara eski tarih yazmamalıyız.)
antediluvian: modası geçmiş (resmi dilde veya şakalarda kullanılır)
Some old people have antediluvian ideas about the marriage. (Bazı yaşlıların evlilik hakkında modası geçmiş düşünceleri var.)
antenatal: doğum öncesi
Every prospective mother should do some antenatal tests for her baby. (Her anne adayının bebeğin için doğum öncesi testleri yaptırması gerekir.)
anteroom: esas odadan önce gelen küçük,bekleme odası
The patient can have a rest in the anteroom. (Hasta bekleme odasında dinlenebilir.)
FORE- (önceden, önce, baş, ön taraf)
Forearm: önkol, dirsekle bilek arası
Forearm muscles may be divided into a volar and a dorsal group. (Önkol kasları volar ve dorsal grup olarak ayrılabilir.)
Forebear: ata, cet, dede
His forebears emigrated from Antep many years ago. (Onun araları çok yıl önce Antep'ten göç etmişler.)
Foreboding: önceden hissetme, içine doğma
Her forebodings about the future were to prove justified. (Gelecek hakkında içine doğanlar doğru çıktı.)
Forecast: tahmin etmek, kestirmek
Can you forecast the weather for tomorrow for this weekend? (Bu hafta sonu için havayı tahmin edebiliyor musun?)
Forecourt: evin/binanın ön tarafındaki geniş açık alan, dış avlu
The forecourt of Buckingham Palace is used for Changing of the Guard. (Buckingham Sarayı' nın dış avlusu nöbetçi değişimi için kullanılır.)
Forefront: ön taraf, ön sıra, ön plan
The new product took the company to the forefront of the computer field. (Yeni ürün şirketi bilgisayar alanında ön sıralara taşıdı.)
Foregoing: önceki, yukarıdaki
Alll of the effort in the foregoing discussion is wasted if the applicant fails. (Başvuran kişi başarısız olursa önceki tartışmadaki tüm çabalarımız boşa gider.)
Foremost: başta gelen, en önemli
This question has been foremost thing in our minds recently. (Bu soru son zamanlarda akıllarımızdaki başta gelen şey.)
Forerunner: öncü,haberci
Country music was undoubtedly one of the forerunners of rock and roll. (Country müziği şüphesiz rock and roll 'un öncülerinden biridir.)
Foresee: önceden görmek, sezmek
They didn't foresee these problems. (Bu problemleri önceden göremediler.)
Foreshadow: önceden göstermek, -in belirtisi olmak
The recent outbreak of violence was foreshadowed by isolated incidents. (Münferit olaylar son zamanlardaki şiddet patlamasının belirtisi olmuşlardır.)
Foresight: önsezi, sağgörü, basiret
The opposite of foresight is hindsight. (Önsezinin zıddı sonradan anlamadır.)
Forewarn: önceden haber verip uyarmak
She was forwarned of the thief. (Hırsız hakkında önceden haber verip uyarıldı.)
Foreword: önsöz
The foreword of this book is very impressive. (Bu kitabın önsözü çok etkileyici.)
Önekler - Prefixes
ÖNEKLER (PREFIXES)
ANTE- (önce)
antecedent: önceki, önce gelen, geçmiş, ata
antedate: eski tarih koymak, gerçek gününden önceki tarih atmak
antediluvian: modası geçmiş (resmi dilde veya şakalarda kullanılır)
antenatal: doğum öncesi
anteroom: esas odadan önce gelen küçük,bekleme odası
FORE- (önceden, önce, baş, ön taraf)
Forearm: önkol, dirsekle bilek arası
Forebear: ata, cet, dede
Foreboding: önceden hissetme, içine doğma
Forecast: tahmin etmek, kestirmek
Forecourt: evin/binanın ön tarafındaki geniş açık alan, dış avlu
Forefront: ön taraf, ön sıra, ön plan
Foregoing: önceki, yukarıdaki
Foremost: başta gelen, en önemli
Forerunner: öncü,haberci
Foresee: önceden görmek, sezmek
Foreshadow: önceden göstermek, -in belirtisi olmak
Foresight: önsezi, sağgörü, basiret
Forewarn: önceden haber verip uyarmak
Foreword: önsöz